Antropoloji, en yalın haliyle insanı ele alan ve çalışan bir bilimsel disiplin olarak tanımlanabilir. Antropoloji, etimolojik açıdan bakıldığında Eski Yunanca’da insan anlamına gelen Antropos kelimesiyle bilim, söz, söylem anlamlarına gelen logos kelimesinin birleşiminden oluşmuştur. Antropos kelimesi her ne kadar insan anlamına geliyorsa da, antropolojinin hareket alanı ve çalışma konusu insanın kültürel bir varlık olarak konumu ve kültürün bağlamında ele alınması ile ilişkilidir. Kaldı ki, insanı anlamak, ortaya koyduğu, yaratıcısı olduğu ve aynı zamanda içinden çıktığı kültürü anlamakla birebir bağlantılıdır. Dolayısıyla, antropoloji insanı çalışırken bütüncül bir çerçeveye sahiptir.
Belirttiğimiz gibi, antropoloji kültürü çalışır. Kültürü ele alışında tarihsel süreci içinde kuramsal açıdan farklı yönelimler ve bakış açıları ortaya koysa da, meselesi temelde kültürün içeriği ve değişim dinamikleri olagelmiştir. Dolayısıyla antropoloji, insanı ve kültürü ele alan, kültürlerin içeriğini anlamaya ve kültürel değişimin, kültürler arasındaki benzerliklerin, farklılıkların nedenlerini ortaya koymaya yönelen bir bilimsel disiplindir. Klasik anlamda antropoloji, sanayi öncesi döneme denk gelen toplulukların yaşam tarzlarını, inançlarını, geleneklerini, dillerini kendisine çalışma konusu edinmiştir. Ancak değişen zaman içinde modern toplumlara da dikkatini yöneltmesiyle, basit ya da karmaşık tüm toplumsal yapılar antropolojinin kapsamında ele alınır olmuştur.
Antropolojinin bir bilim dalı olarak ortaya çıkışı ve kültürleri anlamaya yönelik belirli bir yönteme dayanan sistemli araştırmalar gerçekleştirilmesi, 19. Yüzyıla dayanır. Antropoloji, her ne kadar tıpkı çoğu bilim dalında olduğu gibi moderniteyle birlikte kendisini ortaya koyduysa da farklı kültürleri anlama ve tanımaya yönelik girişimler çok daha eski dönemlere kadar uzanmaktadır. Merak, savunma ya da ele geçirme amaçlı bilgi edinme çabaları, ticaret, coğrafi keşifler gibi türlü nedenler farklı kültürleri tanımaya yöneltmiştir, insanoğlunu. Günümüze Heredotos, Tacitus, Marco Polo ve İbn-i Batuta gibi isimlerin yanı sıra, çok sayıda gezginden ve düşünürden antropolojik bağlamda değerlendirilebilecek önemli bilgiler kalmıştır. Genel anlamda söylenebilir ki, kültürel çeşitliliğin izlerini türlü nedenlerle süren seyyahlar, denizciler ve düşünürlerin yanı sıra sömürgeleri tanıma amacıyla atılan adımlar, bu disiplinin sistematize olmasına aracılık etmiştir. Ancak “yerli”ye, “öteki”ne ait kültürleri çalışan antropoloji, zaman içerisinde “modern” olana da yönelerek ve sorunsallarını ve kapsamını genişletmiştir.
Antropoloji, kültürü hem içeriği hem değişim süreci bağlamında çalışırken, kültürler arasılığı da dikkate alarak kültüre bütüncül bir bakış yöneltir. Dolayısıyla kültürün içeriğinde olan, kültürün bileşeni olan her şey, antropolojinin çalışma konusudur. Ancak bu bilimsel disiplin, zaman içinde kendi alt disiplinlerine ayrılmıştır. Bu alt disiplinler, sosyal antropoloji, biyolojik antropoloji, arkeolojik antropoloji ve linguistik antropolojidir. 19. Yüzyıl itibarıyla kendisini ortaya koyan antropolojinin zaman içerisinde kendi alt dallarına ayrışması, tıpkı diğer bilimler dallarında da gerçekleştiği üzere, kaçınılmaz bir süreçtir.
Antropolojinin alt dallarına ayrıntılı bir şekilde bakacak olursak, biyolojik ya da diğer yaygın kullanımıyla fiziksel antropoloji, insanın biyolojik özelliklerini ve bu bağlamda biyolojik özelliklerinin kültürle ilişkisine odaklanır. Dolayısıyla biyolojik antropologlar, insanın hem zamansal hem mekânsal açıdan sahip olduğu çeşitliliğin ve farklılaşmanın nedenlerini hem genetik hem çevresel faktörlerin bir bileşimi olarak değerlendirip araştırırlar.
Linguistik antropoloji ise dillerdeki çeşitliliği ve dillerin gelişim, farklılaşma süreçlerini dilin mekânsal ve zamansal konumunu da dikkate alarak kültürel ve toplumsal bağlamı üzerinden inceler. Linguistik antropologların yaptıkları çalışmalarda farklı yaklaşımlar ve yönelimlerin bulunduğunu söylemek mümkündür. Dilin evrenselliğine dair çıkarımlarda bulunmak, çağdaş dillerden yola çıkarak tarihe ilişkin bulguları ortaya çıkarmayı hedeflemek ya da dilsel farklılıkların nedenlerini, dolayısıyla farklı düşünce ve örüntüleri ortaya çıkarmak bunların arasında sayılabilir. Bu bağlamlar içinde ses yapısı, gramer ve anlam linguistik antropologların çalıştığı konular arasındadır.
Arkeolojik antropolojinin çalışma alanı ise maddi kültürdür. Arkeolojik antropoloji çalışmalarında, çok geniş bir kapsamda düşünülmesi gereken maddi buluntular geçmişteki kültürel yapılar ve örüntüler hakkında önemli ipuçları sağlar. Dolayısıyla her türlü arkeolojik kalıntı; binalar, objeler, atıklar geçmişte yaşamış toplulukların gelenekleri, inanç biçimleri, beslenme alışkanlıkları, davranış örüntüleri, toplumsal örgütleniş biçimleri, içinde bulundukları çevresel koşullar hakkında detaylı bilgi verir. Bu yolla geçmişte yaşmış toplulukların kültürel örüntülerine dair detaylı bilgilere ulaşılabildiği gibi, bu bilgiler günümüzdeki kültürel yapılara ilişkin de ipuçları vermesi açısından büyük önem taşır.
Antropolojinin alt dallarından bir diğeri olan kültürel antropoloji kültürün kendisine odaklanır. Bağlı olunan ekole göre sosyal antropoloji olarak da adlandırılan bu alan, kültürel farklılıkların, benzerliklerin ve kültürel değişimin nedenlerini ve içeriğini ortaya koymaya çalışır. Bu noktada, kültürün tanımı ve kültürün bileşenlerinin neler olduğuna yönelik tartışmalar kültürel antropoloji alanında yapılan çalışmalar ve kuramsal yöndeki katkılar sonucunda ortaya konmuştur. İfade edildiği gibi kültür, kültürel antropolojinin merkezinde yer alır. Kültürel antropolojinin dünden bugüne, kültür üzerine yaptığı tartışmalar ve kavramsallaştırmalar her ne kadar kültürün net bir tanımının ortaya konamayacağı yönünde çok yönlü yaklaşımlar ortaya koymuşsa da kültürün içinden çıktığı ya da şekillendirdiği toplumun bütün birikimiyle ilgili olduğunu söylemek mümkündür. Denilebilir ki kültür, insanoğlunun doğanın yaratılarına karşılık olarak ürettiği her şeydir. Elbette bu kapsayıcı tanım, kültürün dinamik yapısı, değişkenliği, sabitlikleri ve kültürel yapıların birbirleri karşısında etkileşimi ve geçişkenliğine ilişkin de çok şey anlatmaktadır.
Kültürel antropoloji çalışmaları, iki ayrı koldan ele alınabilir. Bunlardan ilki olan etnoloji, toplumların ve kültürel oluşumların karşılaştırmalı olarak, zamansal ve mekânsal bağlamda incelenmesi biçiminde tanımlanabilir. Bu noktada etnologlar, etnografik çalışmalardan büyük ölçüde yararlanırlar. Alan araştırmasına dayanan etnografi ise belirli bir toplumun, kültürün kendisi üzerine çalışmalarını gerçekleştirir. Bu noktada bir etnografın odaklandığı şey, kültürel içeriği kendisi kadar kültürel benzerliklerin ve farklılıkların neler olduğu üzerine kuruludur. Etnograf, çalışmalarını uzun soluklu bir alan araştırması yaparak gerçekleştirir. Böylece, alan araştırması sırasında çalıştığı kültüre bütüncül bir bakışla yönelerek kültürü tasvir eden, yorumu, incelemeyi içeren detaylı bir anlatı oluşturur. Alan araştırması ve alan araştırmasının içinde önemli bir yer tutan katılımcı gözlem, antropolojik araştırmaların temelini oluşturan araştırma teknikleridir. Diğer yandan alan araştırması ve katılımcı gözlem, diğer sosyal bilimler disiplinlerinin de yararlanmaya başladığı teknikler olması açısından da önem taşımaktadır.